Hayat Siyah Taşlarla Oynanır
TAHTA ZATEN KURULUYDU, OYUN ÇOKTAN BAŞLAMIŞTI. OYUNUN NERESİNDEYİM BİLEMİYORUM. KARŞIMDAKİNİN SÜRPRİZLERİ İSE DAHA YENİ BAŞLIYORDU.
Umut Can Kaya
12/19/20252 min oku
Dün abimle Bornova’da, geceleri pek kimsenin uğramadığı bir yere arabayı çektik. Aşağıda İzmir vardı ama şehir gibi durmuyordu; daha çok bir ışık yığını gibiydi. Motoru kapattık, camı biraz indirdik, rüzgâr içeri doluyordu. Bir sigara yaktık, sonra bir tane daha. Konuşmadık. Sessizlik uzadıkça insanın kulağına daha çok şey doluyor. Tam o sırada abim satrançtan bahsetmeye başladı. Oyunlardan, konumlardan… Kimin önde olduğundan çok, kimin neyi göremediğinden söz ediyordu. Ben dinliyordum. Sonra bir anda sustu, sanki tahtaya değil de başka bir şeye bakıyormuş gibi.
“Hayat da böyle,” dedi. “Kimse oyuna ilk hamleyi yaparak başlamıyor.”
Gözünü açtığında ilk hamleyi sen yapmış olmuyorsun. Tahta kurulmuş oluyor zaten. Aile, şehir, şartlar… Hayat hamlesini yapmış oluyor. Sen sadece pozisyona bakıyorsun. Sonra bir açılış oynuyorsun. Oyunun başı tanıdık. Güvenli. Ne yapılacağı az çok belli. İnsan çevresinden gördüğünü tekrar ediyor. Ezber var. Hayatta da böyle. İlk yıllar bir açılış gibi. Fazla düşünmeden oynanıyor. “Böyle yapılır” denilen şeyler var. Ama bu his uzun sürmüyor. Çünkü hiçbir oyun diğerine benzemiyor.
Oyun ilerledikçe pozisyonlar ayrışıyor. Bazen taşlar hızla kırışılıyor. Tahta sadeleşiyor. Seçenekler azalıyor. Hayat daralıyor gibi hissediliyor. Bazı dönemler böyle. Önünde çok az hamle varmış gibi. Oyun ya hızlıca bitiyor ya da beraberliğe doğru sürükleniyor. Ama insanın garip bir tarafı var: Her zaman en güvenli hamleyi seçmiyor. Bazen bilerek risk alıyor. Dezavantajlı olacağını bile bile. Sırf oyunda bir şey hissetmek için. Bazen de tam tersi oluyor. Taşlar yerinde duruyor. Tahta kalabalıklaşıyor. İhtimaller çoğalıyor. Her hamle başka bir şeyi tetikliyor. Hesap yapmak zorlaşıyor. Böyle anlarda hayat bir anda hızlanabiliyor. Bir karar, bir karşılaşma, küçük bir hamle… Ve oyun bambaşka bir yere gidiyor. Bu konumlarda taktik önemli oluyor ama her zaman net bir doğru yok. Bazen fil çiftini istiyorsun, bazen sadece sağlam bir konumu. Hangisinin “iyi” olduğu, oyunun kendisine bağlı.
İşin tuhaf tarafı şu: İnsan çoğu zaman oyunun neresinde olduğunu gerçekten bilmiyor. Kaybettim dediğin anda beklemediğin alanlar açılabilirken, kazandığını zannederken konum bir anda elinden kayabiliyor.
Bir ara sustuk. Abimden bir sigara daha aldım. Manzaraya baktık. Konuşmadık ama konuşmuş gibiydik. O an şunu fark ettim: Günün sonunda oyunu oynayanlar farklı. Tecrübe farklı. Cesaret farklı. Beklentiler farklı. Rakip belki aynı ama oyuncular aynı değil. Benim sevmediğim bir konum, başkası için umut olabilir. Bir ihtimal. Bir hayal. O an, oynadığımız oyunun sadece bize ait olmadığını hissettim. Masanın karşısında biri daha var gibiydi. Kim olduğunu bilmiyorum. Ama Bergman bunu yıllar önce daha karanlık bir masada anlatmıştı. Arabaya tekrar bindiğimizde sohbet bitmişti ama düşünce bitmemişti.
Tahta hâlâ oradaydı,
Oyun devam ediyordu,
Siyah taşlar hâlâ bendeydi.
